Medeniyetler Şehri Hatay

Hatay’ın en sevdiğim ve beni en çok cezbeden yanı, farklı kültürlere ve medeniyetlere yüzyıllar boyunca ev sahipliği yapmış olması; farklı dinlerden, mezheplerden, inanışlardan gelen insanların tek bir şehirde buluşması; herkesin hoşgörüyle birbirine yaklaşması, kimseyi hor görmemesi; havraların, kiliselerin, camilerin aynı sokakta inşa edilmiş olması; yani bu iç açan çeşitliliğin birarada ve barış içinde yaşayabilmesi. Hatay, hoşgörünün beşiği…

IMG_2412
Eski Antakya Evleri

1. Gün:
15.09.2017’de sabah 09.25 hareket saatli uçakla İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Hatay Havalimanı’na doğru yola çıktık. Uçuş yaklaşık olarak 1 saat 20 dakika sürdü. Hatay Havalimanı’nda ilk işimiz bir otomobil kiralamak oldu. Havalimanı’nda Gül Turizm’den kiraladığımız otomobille Antakya Merkez’de bulunan otelimiz The Liwan Hotel’e yarım saatlik yolculuğun ardından vardık. Bu arada Eylül ortası olmasına rağmen gezimizin her anında sıcaktan erimek üzereydik. Otele yerleştikten sonra kendimizi hemen dışarı attık. Öncelikle Asi Nehri kıyısına, eski Meclis binasına ve Atatürk Meydanı’na gittik. Eski Meclis binasını gezdiğimizde, binanın halihazırda gösteri merkezi ve cafe olarak kullanılmakta olduğunu gördük; bu binanın karşısında ise eski Arkeoloji Müzesi bulunmakta. Yeni Arkeoloji Müzesi’nin (St. Pierre Kilisesi yönünde) birkaç kilometre ileriye taşındığını öğrendikten sonra, bu müzeyi gezmek için önümüzdeki günleri daha uygun bulduk. Akabinde Meydan yakınındaki Ulu Camii ve Anadolu’da ilk inşa edilen cami olan Habib-i Neccar Camii gördük. Karnımız bir hayli acıktığından ve Hatay’da aç gezmek imkansız gibi bir şey olduğundan kendimizi hemen Uzun Çarşı’daki Pöç Kasabı’na attık. Henüz bilmiyorsunuz, deniz ürünleri haricinde et yemiyorum. Bu sebeple Erkan tepsi kebabı sipariş ettiğinde benim için humus ve yoğurtlama (közlenmiş patlıcan ve yoğurttan yapılıyor) söyledik. Yanına 2 de ayran, mis. Gelen şahane tırnak pidesiyle daldım humusa, yoğurtlamaya. Erkan da kebabından memnun kaldı. Ardından Uzun Çarşı’yı biraz turladıktan ve hediyelik biber salçası, pulbiber ve sabunları önünde minik bir çeşme bulunan Kurşunlu Han Baharatçısı’ndan aldıktan sonra meşhur Çınaraltı Yusuf Usta’nın közde künefesini yeme vaktimiz geldi. Of ki ne of, daldık dondurmalı künefelerimize… Bu arada fıstık söylemezsek künefelere fıstık koyulmuyormuş, bu deneyimimizden sonra gezinin son gününün son saatini fıstıklı künefelerimizle taçlandırdık ki bu konuya sonra geleceğim.

IMG_3139
Çınaraltı Künefe Yusuf Usta

Künefelerden sonra otele yürüyerek döndük ve hediyelik eşyaları bırakıp biraz dinlendik. Ardından eski Antakya evlerinin bulunduğu bölgeyi, ara sokakları gezdik ve biraz fotoğraf çektik. O tarihi dokuyu çok güzel korumuşlar. Güneş batmaya yüz tutmuşken şöyle Antakya’yı görebileceğimiz, bir şeyler içebileceğimiz bir cafe/bar bulma arayışına girdik. Çok şanslıydık, karşımıza Dionysos Cafe ve Şarap Evi çıktı. Birkaç basamak merdiven ardından bizi, eski Antakya evleri ve Amanos Dağları destekli efsane bir Antakya manzarası karşıladı. Şükür ki biraz esinti de vardı. Saat 18.15 civarı oturduğumuz yerde, şarap kadehim eşliğinde, fonda güzel bir müzikle, güvercin kümelerinin bir havalanıp bir konmasıyla Güneşi batırmanın keyfini yaşadım. Erkan tercihini biradan yana kullandı. Ben ise önce sade Türk kahvem, ardından yanına kuru üzüm, leblebi ve kuru cevizler ile sundukları kendi yapımları olan bir kadeh şarap tercih ettim. Fiyatlar çok makul, aldığımız keyif hayli yüksekti.

Güneş batınca kalkıp başka yere geçelim dedik. Otelin karşı çaprazındaki Barudi Cafe’ye mi gitsek derken yakınlardaki Asia Cafe’ye girdik. Binanın yapısı ilgimizi çekti, belki içerde canlı müzik de vardır diye merakla merdivenleri tırmandık. Çeşitli sanatçılar ara sıra sahne alıyormuş ama o akşam o akşamlardan biri değildi. Biz de teras katına çıkmışken biraz dinlenip manzaraya bakalım istedik, ancak Güneş batmış olduğundan etrafta bir şey göremedik. Orada yarım saat geçirdikten sonra karnımız yine aç galiba, bir iki meze mi atıştırsak diyerek tamamen spontane şekilde Avlu Restoran’a gitmeye karar verdik. Şimdi okuyacaklarınıza inanamayabilirsiniz, ama inanın, tamamen böyle oldu. Avlu Restoran’da, ikinci katın köşesinde, merdiven başında müthiş tatlı iki kişilik masamıza oturduk. 20 cclik Yeni Rakı, yoğurtlama, zengin (bir çeşit meze), zahterli zeytin salatası (meşhur Hatay kırma zeytin), beyaz peynir (neredeyse 1 kalıp getirdiler), söğüş domates-salatalık, cacık, Avlu meze (tahinli, nar ekşili, yoğurtlu, biberli, hem tatlı hem ekşi hem acı, sonsuza dek belleğimizde kalıp hayallerimizde yer bulacak lezzette mükemmel ötesi bir mezeydi), zeytinyağlı ve nar ekşili köz patlıcan-domates- biber-soğan (hayatımızda yediğimiz közlenmiş en güzel sebzelerdi) ile ciğer (Erkan gözümün önünde bununla aşkyaşadı) söyledik. Kalkarken ödediğimiz hesap ise hizmet bedeli dahil 120 TL idi.

Gözlerimiz yuvalarından fırladı. Üstelik mezelerin büyüklüğü, İstanbul’da standart bir meyhanedekine göre duble gibiydi. Bu kadar lezzetli mezeler yiyip böyle bir hesap ödediğimi asla hatırlamıyorum. Saat 23.00 sularında kalktık ve yatış için otelimize yürüdük.

2. Gün:
Ertesi gün Erkan’ın doğumgününe uyandık. Seyahatimizin asıl sebebi de canımozumun 30. yaş doğumgünü kutlamasıydı zaten. Otelde kahvaltımızı yaptık. Açık büfe kahvaltı masasının ucunda bir tür kurabiye gözüme çarptı. Tatlı canavarı olarak bundan tatmasam olmazdı, nasılsa gün içinde enerjiye ihtiyacımız vardı, bana bahane mi yok. Arkadaşlar, o yediğim şey, i-na- nıl-maz- dı. Hemen sordum, tahinli tatlı diyorlarmış, baklava hamurundan yapılıyormuş. İçi tahinli ve tarçınlıydı, üstünde ise pudra şekeri vardı. Sonradan internetten araştırdım, tahinli kuru baklava imiş. Oradan satın almak istedim ancak maalesef satan bir yer yok dediler. Ben de kendim yapacağım. Neyse konumuza dönelim. Kahvaltıdan sonra tekrar otele dönmemek için aracımıza atlayıp yolumuzun üstündeki Katolik Kilisesi’ni gezdik. Sonra yakınındaki Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi’ni ziyaret ettik. İçeri girer girmez, müze görevlisi ile birkaç kişi yanımıza gelerek bizi bilgilendirirken belgeselde kullanılmak üzere çekim yapıp yapamayacaklarını sordular. Seve seve kabul ettik, çünkü sanatı, kültürü, bilimi ve öğrenciyi her zaman destekleriz. Belgeseli çeken Özer Kesemen’in Ege Üniversitesi öğrencisi olduğunu ve belgeseli bu amaçla çektiğini öğrendik. Hatay bitkileri hakkında kısaca bilgilendirilirken ve ürünlerin yer aldığı odaları gezerken dahil olduğumuz çeşitli çekimler yapıldı. Müze gezimiz tamamlanınca hemen aracımıza atlayıp St. Pierre Kilisesi’ne gittik.

Anadolu’ya gelen ilk Hıristiyanlar gizli toplantılarını bu kilisede yapmışlar, dağın içini oymuşlar diyebilirim. Gerçekten etkileyici bir yapıydı. Öğle saati olduğunda, yanına yeterli sayıda tişört almayan ve sıcaktan çok bunalan Erkancığımla, birkaç parça tişört almak için rotamızı mecburi olarak Palladium AVM’ye çevirdik. Eksikleri giderdikten sonra aracımızla Samandağ’a doğru yola çıktık. Saat 14.15 gibi Çevlik sahiline varmıştık. Hemen Titus Tünelleri, Beşikli Mağarası ve Kaya Mezarları turumuza başladık. Yürüyüş yolundan ilerleyerek kendimizi adeta Orta Dünya’da hissetmemizi sağlayan Titus Tüneli’ni takip ettik.

IMG_2596
Saint Pierre Kilisesi

Müthiş fotoğraflar çektik. Tek problem aşırı sıcaktı. Onun dışında mükemmel zaman geçirdik. Tüm yürüyüş yolunu tamamlayıp mezarları da gördükten sonra geri döndük. O sıcakta o kadar hareket edince insan acıkıyor. Çevlik sahilinde hemen yemek yiyecek bir yer aradık ve Çökmez Restoran’a oturduk. Akşam yemeği için güzel bir planımız olduğundan az yiyelim diyerek sadece güveçte karides, kalamar tava ve salata sipariş ettik. Yediklerimiz beklemediğimiz kadar, anlamsızca lezzetliydi. Vakit kaybetmeden oradan ayrılıp Vakıflı Ermeni Köyü’ne doğru yola çıktık. Tuhaf, dar ve yapılmamış bir yolu takip ettik. Neyseki sonunda doğru yere vardık. Ana caddede bulunan kahvede çay-kahve içtikten sonra Hıdırbey Köyü’ne ilerledik. Orada 1000 yıllık Musa Ağacı’nı gördük, hediyelik eşyacıların arasında gezindik. Güneş batmaya başlamışken otelimize dönüp biraz dinlendik. Bu arada Samandağ tarafına giderken ve dönerken yol boyunca gördüğümüz kuş kafesini andıran boydan boya ve tavandan tabana demir parmaklıklarla örülmüş bina katlarını mantığımız almadı. Bu, kendini hapsedermiş gibi çirkin görüntünün olsa olsa hırsızdan korunmak amacıyla yapıldığını düşündüm ama yanılmışım, öylesine yapılıyormuş yani zevk için.

Yeterince dinlendikten sonra akşam yemeği için rezervasyon yaptırdığımız Konak Restoran’a yürüdük. (Aslında Sveyka Restoran’a gitmek istemiştik ancak o dönemde tadilatta olduğundan kapalıydı.) 20.45 gibi siparişimizi vermek üzere masamızdaydık. Restoranın çok güzel bir ambiansı vardı. Burada, Lübnan Cevizli, kiremitte Hatay peyniri, cacık, muhammara, yoğurtlama, zahterli zeytin salatası, mütebbel mezelerini sipariş ettik ancak hepsini yarım porsiyon olarak. Önceki akşamdan idmanlıydık. Ayrıca Erkan oruk (içli köfte) ve şaşlık sipariş etti, bir de 35cclik rakı. Gece güzel ilerleyince o rakı bize yetmedi ve ben bir tek, Erkan bir duble daha. Hesap 245 TL geldi. Ohh be dedik, işte biz buna alışkınız : ) Gerçi, bakıyorum da iyi yemişiz.

Eklemem lazım ki, doğumgünü kutlaması ritüelinin tam anlamıyla gerçekleşmiş olması için gereken sürpriz pasta olmasa da, madem Antakya’dayız o zaman geleneksel olalım diyerek sürpriz Konak Sarma Tatlısı (irmik içinde kaymak ve krep içinde kaymak) siparişi verdim, üzerine mum dikili. Doğumgünü şarkısıyla birlikte gelen tatlının mumunu dilek dileyerek üfledi Erkan. Garsonlardan rica ettik, birkaç fotoğrafımızı çektiler. Derken Erkan’ın aklındaki tilkinin canı künefe istedi.  Hemen sorduk, ancak künefe değil; üstü fıstıklı içi kaymaklı kadayıf varmış, biz de ondan söyledik. Bunu da yedikten sonra 24.00 civarı patlarcasına kalkıp dışarı çıktık. Bir baktık ki, karşı duvara isimler, kalpler, yazılar yazmışlar. Bundan eksik kalmamalıydık, hemen çantamdan kalemimi çıkardım ve Erkan isimlerimizi ve tarihi yazdı. İşlem tamamdı ve otelimize yürüdük.

IMG_2912
Konak Restoran

3. Gün:
Ertesi gün sabah yine otelde kahvaltı ettikten sonra otelden çıkış yapıp otel yakınındaki Leban Restoran’a gidip birer Türk kahvesi içtik, o binanın içini de görmüş olduk, minnoş terasına çıktık. Hemen otele dönüp aracımıza atlayıp Uzun Çarşı’ya uğrayıp (Pazar sabahı dükkanların çoğu kapalıydı) ilk gün almak istemeyen Erkan için de hediyelik biber salçası ve pulbiber aldıktan sonra Hatay Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Zamanımız çok kısıtlıydı, müzeyi biraz hızlı gezmek zorunda kaldık, keşke daha çok vakit ayırabilseydik. Avrupa standartlarında müthiş bir müze gezdikten sonra hiç vakit kaybetmeden yüzümüzde koca bir gülümsemeyle Harbiye’ye şelalelere doğru yola çıktık. Biraz şelaleleri gezdik, en güzel şelale hangisi diye göz gezdirdik, nereye oturabiliriz diye bakındık ve birinde karar kıldıktan sonra ayakkabılarımızı çıkararak şelale suyunun üstüne koyulan masalardan birine oturup ayaklarımızı suya soktuk. Su buz gibiydi, o sebeple ayaklar sürekli suda kalmasın diye sandalye-masa altlarına boş kasalar koyulmuş. Çok mantıklıydı, yoksa herkes sistit gezerdi. Orada birkaç saat, ayaklar suda, mezeler masada, nargile yanda, şaraplı biralı keyif yaptık. Yemekler gayet başarılıydı.

Artık uçak saati yaklaşıyordu.
Harbiye’den ayrıldık ve aracımızla havaalanına gitmek üzere yola çıktık. Yolumuz Antakya Merkez’den geçiyordu, daha vaktimiz fazlasıyla vardı, Erkan bir çılgınlık teklif etti ve ben de tabii ki kabul ettim: “Yusuf Usta’da bir künefe daha çakar mıyız?” Hızla Uzun Çarşı’ya daldık, bu sefer Çınaraltı Yusuf Usta’da fıstıklı künefelerimizi afiyetle mideye indirdik. Asla pişman değilim. Bu arada Yusuf Usta Türkiye’nin her yerine künefe gönderimi yapıyor. Sonra midemiz tamamen dolu, yüzümüzde gülücükle aracımıza atlayıp havaalanına gittik. Son olarak aracımızı aldığımız yere teslim ettik ve zamanı geldiğinde 18.35 saatli uçağımıza binerek İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’na doğru yola çıktık. Bir sonraki seyahatimizde görüşmek üzere…

 

Leave a comment